Merkez Bankası Döviz Kuru | |||
ALIŞ | SATIŞ | ||
USD | 0 | 0 | |
EURO | 0 | 0 | |
Karadeniz sabahları bir başka uyanırdı; denizden esen serin rüzgâr, dağların arasından ince bir sızı gibi geçerken uykuda olan toprağı okşar, doğa gözlerini mahmurca aralardı. Haziran ayının yirmi birinde, güneş doğmadan evvel Kuzgun köyünün ufukları gül pembesine boyanmışken Ayhan Başkan çoktan kararını vermişti: “Bu hafta sonu yaylaya çıkılacak!”
Cuma günü akşamüstü köy kahvesinde toplanan arkadaşlarıyla çay içerken, bir yandan havadan sudan konuşulmuş bir yandan da bu karar dillendirilmişti. Mezarcı Muammer –ki köyde her cenazede hazır bulunur, ama aslında içli bir türkücüdür– sessizce başını sallamış, “Ben varım Ayhan Başkan,” demişti. Enver Hoca, bembeyaz sakalıyla gülümsemişti. Kemençeci Ali ise, “Benim kemençe bu sıralar çok içli çalıyor, belki dağlarda yankısı daha güzel olur,” deyip kemençesini sırt çantasına çoktan yerleştirmişti bile.
Cumartesi sabahı...
Sahil Camii’nin minaresinden ezan sesi köye yayılırken, Ayhan Başkan ve arkadaşları saf tutmuştu. Namazdan sonra köy evinde yapılan sade kahvaltıda mısır ekmeği, tereyağı, bal ve sıcak çay vardı. Çocukluğun masum sofraları gibi. Sonra yola koyuldular: Ayhan Başkan önde, onu Mezarcı Muammer, Süleymangilin Adem, Kemençeci Ali, Enver Hoca, İbrahim Balcıoğlu, Muammer Yiğit ve kardeşi Osman takip ediyordu.
Harşit’in serinliği yanaklarını okşarken, araçlar motorlarını yokuşa vurmuştu. Yayla yolu hem dikti hem de güzeldi. Tırmandıkça Karadeniz’in balta girmemiş ormanları onlara nefes olmuştu. Ağaçların arasındaki küçük bir çeşme başında mola verdiler. Su buz gibiydi, dudakları çatlatan o ilk yudumda yorgunluk akıp gitti sanki. Mezarcı Muammer, “Bu çeşmenin suyu ömrü uzatır ha,” deyince herkes kahkahayı patlattı.
Ama asıl büyü, Ali’nin kemençesinden dökülen ilk ezgilerle başladı. Ormanın sessizliğini delen o tınılar... Kuşlar daldan dala sıçrayarak dinlemeye geldi, kelebekler adeta havada asılı kaldı. Mezarcı Muammer bir türküye başladı, sesi öylesine içliydi ki, yol kenarından geçen araç bile yavaşladı. Sürücü camı açtı, birkaç saniye dahi olsa o büyülü âna kulak verdi.
Mola bittiğinde yol daha da dikleşmişti ama kalpleri hafiflemişti. Öğle namazı için Ağaçbaşı Yaylası’na varmalıydılar. Yol üstünde, peteklerini sırtlayıp yaylaya çıkaran Balcı Mehmet’in mıntıkasına rastladılar. Mehmet’in çadırı dere kenarına kurulmuştu, önünde dumanı tüten bir çaydanlık, arka fonda arıların hışırtısı... Doğayla iç içe, adeta zamanın dışındaydı.
Balcı Mehmet onları sevinçle karşıladı. “Siz geçerken misafir etmeden olur mu?” dedi. Herkese çay ikram etti, ama öyle sıradan çay değil; yayla çayı. İçinde kekik kokusu, dağ havası, doğa nefesi vardı. Üzerine ikram ettiği taze bal ise dillere destandı. Kemençeci Ali kemençeyi yeniden çıkardı. Bu sefer sadece insanlar değil, çiçeklerden polen toplayan arılar bile çalmayı bıraktı. Hepsi o tınıya kulak verdi.
Vedalaşırken Balcı Mehmet, derenin soğuk suyundan bir kap alıp arkadaşların arkasından “Yolunuz açık olsun!” diyerek döktü. Bu, Karadeniz’in en eski uğurlama geleneğiydi.
Yolun geri kalanı zorluydu. Çam ağaçlarının arasından geçerek Ağaçbaşı'nın dik yollarına tırmandılar. Zirveye ulaştıklarında, aşağıda baraj göleti cam gibi parlıyordu. Gökyüzü o an daha mavi, toprak daha cana yakın gelmişti. Yayla çay ocağına uğrayıp, yeni yüzlerle eski hatıraları tazelemişlerdi. Kimisi çocukluk arkadaşlarıydı, kimisi uzun zamandır görülmeyen dostlar...
Öğle namazını Ağaçbaşı Camii’nde kıldılar. Cami çıkışında herkes telefonuna sarıldı. Fotoğraflar çekildi; dağ, orman, dostluk, türkü, kemençe ve yayla hatırası bir kareye sığdırılmaya çalışıldı. Ama bazı anlar vardır ki hiçbir kamera onları yakalayamaz. Sadece kalbe yazılır.
Ayhan Başkan ve arkadaşları için o gün bir yayla gezisinden çok daha fazlasıydı. O gün; dostluğun, doğanın, müziğin, inancın ve geleneklerin iç içe geçtiği bir zaman dilimiydi. Bir tür hayal ile gerçeğin kucaklaştığı Karadeniz sabahıydı.