Merkez Bankası Döviz Kuru | |||
ALIŞ | SATIŞ | ||
USD | 0 | 0 | |
EURO | 0 | 0 | |
Karadeniz’in sabahları hep bir serinlik taşır içinde; o sabah, başka türlü bir serinlik vardı havada. Gökyüzü yorgun bir bulutla örtülmüş, rüzgâr sabah ezanını dallarda taşıyordu. Tarih, tahminen 10 - 15 Haziran arası 1986. Henüz ilkokul çağında bir çocukken, Tirebolu’nun yükseklerinde, bir yayla yolculuğunun eşiğinde uyanmıştım. Ya da daha doğrusu pek uyuyamamıştım.
Yaylaya gidecek olan çocuk uyur mu hiç?
Uyur da, uykusu hep yarım kalır. Uyuyup uyanır, tekrar dalar; sonra yeniden uyanır. İçinde bir sevinç, bir kıpırtı.
Babam bizi Kuzgun köyünde Töngelli Mahallesi'nde hazır etmişti: ben, kardeşim Servet, ablam Nebahat, bir de babaannem... Her yaz yaptığımız gibi, bu yaz da yaylaya çıkılacaktı. Babam esnaftı köyde, bakkal dükkânımız vardı. Ama yaz gelince, hayat köy sınırlarını aşar, yaylanın yolunu tutardı.
Sabah karanlığında, ot göçüne çıkan sürüler gibi, biz de yüklerimizle hazırlandık. Kamyon tutulmuştu, üstüne branda gerilmişti. Film sahnesi gibiydi: Şener Şen ile İlyas Salman’ın bir filminde gibiydik. Branda altında, gürültülü motor sesinin eşliğinde, Tirebolu’nun kıvrımlı yollarında sallanarak yola koyulduk.
Kamyon kasası kalabalıktı. Branda sarkıyor, içerisi neredeyse zifiri karanlıktı. Oturacak yer yoktu, yere çöktük. Rahmetli Kemençeci Ali eniştem, hanımı rahmetli Fadime halam, küçük oğulları İhsan… Palako Ali amca, hanımı Fadime yenge… Cemalo Şaban amca, Esma Ana, Ilazo Mustafa amcam, Ayşe yengem, torunları Fatih ve Duygu, Gıllak Dayı, Çeto Mustafa amca ve eşi… Kabaklıktan Kadun halam… Hepsi oradaydı. Bazısı sessiz, bazısı dua eden bir mırıltı içinde. Her virajda “Allah Allah” nidaları yükseliyordu.
Kamyon Harşit’te durdu, ekmek ve ihtiyaçlar için. Sonra yayla yoluna saptık. Virajlar çoğaldıkça insanların duaları da çoğaldı. Her viraj bir sınav gibi dönülüyordu. Kamyonun içinde zaman yavaşladı. Kalçalarımız sızlıyordu, kasanın demirleri sırta, bele, dizlere batıyordu.
En sonunda, Boyalı Bük’e vardık. Dere üzerine kurulmuş eski bir köprü, çam tomrukları yığılmış, karşıda orman işletmesine ait ofis… Kahvede soba yanıyor. İnsanlar çay içiyor, yorgunluklarını dinlendiriyorlardı.
Kamyondan indik. Eşyalar sırtlara yüklendi. Atı, katırı olanlar yükünü hayvanlara bağladı. Bizim yükümüz iplerle babamın, babaannemin sırtındaydı. Patika yola girdik. Yaklaşık bir saatlik bir yürüyüş vardı önümüzde. Yanımızda bir dere akıyor, ormanın sesiyle birleşerek kulağımıza çalınıyordu. Babam önde, arada dönüp “Çocuklar geride kalmayın” diyordu. Kardeşim Servet 5, ben 7, ablam Nebahat 8 yaşındaydık.
Tahta bir köprüyle karşıya geçtik. Artık dere aşağıda kalmıştı. Yukarı doğru tırmanıyorduk. Çam ormanını geçtikten sonra Ketençukur Obası'na vardık. Nuri Fadimesi yengenin bacası tütüyordu. Evlerden duman çıkıyordu, soba yanmıştı.
O dönem yaylada elektrik yoktu. Evler taşla örülmüş, çamurla kaplanmıştı. Küçük bir pencere, dar bir kapı… İçeride tahtadan döşenmiş zemin, üstüne serilen döşekler. Ot doldurulmuş yorganlar… Akşam olunca gaz lambası yakılır, karanlık çökünce sessizce uyunurdu. Tuvalet dışarıdaydı. Su ise kapıya kadar uzatılmış bir hortumla gelirdi. Taş girerse tıkanırdı, babaannem seslenirdi:
“Va Palako Ali, gardaşım bi bak hele şu suya.”
Sabah çok soğuk olurdu. Babaannem erken kalkar, sobayı yakar, çayı ocağa koyardı. Biz çocuklar saat yedi buçuk gibi uyanırdık. Hava mis gibi, insanın ciğerini temizleyen cinsten. Huzur denen şey, orada, o yaylada mevcuttu.
Babam, bizi yaylaya ulaştırdıktan sonra köye geri döner, dükkânın başına geçerdi. Fındık mevsimi bitince bizi almaya araç gönderirdi. Bazen yaylaya ihtiyaç gönderirdi. Bir seferinde “Babama otuz numara lastik göndersin diyeceğime ‘otuc numara lastik göndersin’ demişim.” Aile arasında film repliği gibi dilden dile dolaştı bu sözüm.
Elmas Ana'nın "Osman" adlı bir öküzü vardı. Osman’ın ipi bir kazığa bağlanmıştı. Fatih’le birlikte gidip öküz yerinde mi, ip kopmuş mu diye bakardık. Sonra Elmas Ana bize armut verirdi. “Bu armudu kim getirdi?” diye sorunca gülerek, “Köyden kargalar getirdi biraz önce” derdi.
Şimdi… Bu hatıralar kalbimin rafında taptaze duruyor. Zaman geçti, biz büyüdük. O güzel yayla yolculuğunun kahramanlarının birçoğu artık aramızda değil. Ama onların isimleri, sesleri, davranışları… Hepsi yüreğimde yaşamaya devam ediyor.
Yüce Allah’tan rahmet diliyorum hepsine.
Yazı, bir veda değil…
Bir dua.
Bir özlem.
Bir teşekkür...